Tuesday, December 13, 2022

Markus Zusak'ın "Kitap Hırsızı"na Dair: Bir Felaket Hikâyesinin Yegâne Tanığı ve Lanetli Anlatıcısı Olarak Ölüm

Dünya savaşlarıyla birlikte lineer ve pozitivist büyüyü hızlaca kaybetmeye başlayan yirminci yüzyıl, insanlığı kitle imha silahlarının yok ediciliği ve yükselen ulus-devlet anlayışlarının nefretiyle kucakladı ve arkasında dağılmış, parçalanmış, yıkıma uğramış milyonlarca hikâye bıraktı. Halkların, milletlerin, insanlığın yüzümüzü çevirmeye bile korktuğumuz; dilin, kelimenin sınırlarını aşan hikâyeleriydi bunlar. Hep konuşulan, anlatılan, yazılan ama yine de kendi içinde felaket deneyimlerinin parçalanmışlığını ve boşluğunu barındıran, bir şeylerin hep açıkta ve eksikte kaldığı, bir türlü toparlanamayan, bütünleştirilemeyen, felaketin ve felakete bizzat maruz kalanın anlatılamaz, imkânsız hikâyeleri. Bu sebeple her zaman sorabiliriz: Felaket deneyimlerini kelimenin sınırlarına çekebilir miyiz? Felaketin yıkıcı ritmini kelimeye sığdırabilir miyiz? Felaketin doğrudan maruzu olup hayatta kalanlar, yani tanıklar, imkânsızı konuşabilir mi? 


Felaket hakkındaki paragraflar noktalarla değil, soru işaretleriyle genişliyor. Cümlelerimiz hep tedirgin ve belirsiz. Cevapları, tükenmez kesinlikliklerimizle tutup sorulara doğru fırlatamıyoruz. Gerçeğin etrafında dolaşıp duruyoruz. Felaketlerin yıkıcı gerçeklerinin etrafında dolaşan ve onun anlatımının mümkün olup olmadığını tartışan isimlerden birisi de Marc Nichanian. Edebiyat ve Felaket (Literature and Disaster) isimli kitabında Nichanian felaket anlatılarının bir “gaddarlık sömürüsüne” dönüşmesi tehlikesinden bahseder: “Felaket edebiyatı" olarak adlandırılan, oldukça iyi bildiğimiz ve gaddarlıkları anlatan eserlerden söz etmeyece­ğim sizlere. Felaket gaddarlıkların toplamı değildir. Zaten hiç kimse bu gaddarlıkların toplamını hesaplayacak kapa­sitede değil.” (s.25) Öyleyse, "felaket"ten kastımız ne olabilir? Nichanian'a göre bu noktada olgu ile olay arasındaki farkı görmek gerekir. Tarihsel bir olgu, mesela bir soykırım, ya da bir işkence, bu azami acı, buna maruz kalan kişi ya da grupların bedensel bütünlüğünü bozar, kırar. Bu bir olgudur. Ancak, bu azami acı kişinin ruhsal ve aynı zamanda dilsel bütünlüğünü de kırar, ezer, incitir. Hayatta kalmayı başaran kişi için, böyle bir deneyimin etkilerinden iyileşmek mümkün olabilir mi? Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar büyük bir acı, dilsel bir formun sınırlarında yine de konuşulabilir mi? Yoksa bu "tedavi" çabası tıpkı Nichanian'ın öne sürdügü gibi bir inkârı da barındırır mı? Zira, acıyı konuşabilmenin tek yolu, hayatta kalanı kendi dilsel bütünlüğünün bozulmadığına ikna etmekten geçer. Bu da, "öznenin deneyimine ihanet" demektir. (Nichanian 28) O hâlde felâket, işte bu paradoksun ve imkânsızlığın kendisidir. Her ne kadar Nichanian yalnızca felaketin yok ettiği kişileri değil, aynı zamanda hayatta kalanları da felaketin tanıkları kabul etse de, bu durum yine de felaketi konuşabileceğimiz anlamına gelmez. Dil bütünlüğü parcalanmış olan tanık, bu bütünlüğün bozulduğunu inkâr etmeden onu konuşamayacaktır. Öyleyse sorumuzu tekrar edebiliriz: İmkansız olan nasıl anlatılır? Nichanian’a göre bu ancak “çaresizliği ve imkânsızlığı kendi bünyesinde deneyimleyen” ve “dilin sınırında konumlanan bir dilsel edimle”, bir başka deyişle ancak edebiyat ile mümkündür. (s.34)


Markus Zusak’ın romanı Kitap Hırsızı’nın, okuyucuyu felaket anlatılarının imkânlarını sorgulamaya sürekli davet eden bir edebiyat örneği olduğu söylenebilir. Nazi Almanya’sını konu edinen romanda açıkça bir “tanık” eksikliği ile karşı karşıya kalırız. Öncelikle, her ne kadar anlatının merkez konusu olsa da, anlatıda toplama kampalarındaki deneyime dair hiçbir karakterin konuştuğuna -ya da konuşabildiğine- şahit olmayız. Öyle ki, hikâye felakete direkt olarak maruz kalanlar üzerinden değil, küçük bir kasabada yaşayan Almanlar üzerinden aktarılır. Herkesin haberdar olduğu, korktuğu, kaçındığı, belki tıpkı protagonistimiz Liesel’in üvey anne-babası gibi birilerini oradan kurtarmaya çalıştığı ama kimsenin konuşmadığı, daha doğrusu konuşamadığı bir gerçektir toplama kampları. Liesel’in kamplarda yok edildiklerini tahmin ettiğimiz komünist anne-babasının akıbetlerine, anılarına, deneyimlerine dair örneğin tamamen boşluk, karanlık, belirsizlik hakimdir. Liesel’in annesine yolladığı mektupların karşılığındaki müthiş sessizlik tüm anlatının ritmi ve tonudur adeta. 


Anlatı içinde yalnızca tek bir Yahudinin, Max’in sesini işitebiliriz. Ancak bu, yalnızca kısıtlı bir zaman için geçerlidir. Hikâyeye dahil olduğu sırada Max toplama kamplarına gönderilmek üzere yakalanmamak için saklanmak zorundadır. Liesel'in, üvey anne-babası mevcut şiddeti desteklemeyen Alman bir ailedir. Komünist ideolojiye sahip ailesi toplama kamplarına gönderildikten sonra sahipsiz kalan Liesel'i evlerine alan Hubermann'lar, bodrum katında Max'i saklamaya da gönüllü olurlar. Max, henüz kampları tecrübe etmemiş, felaketle direkt olarak yüz yüze gelmemiştir. Dolayısıyla Max de felaketin bir tanığı olarak değil, felaketin bir kaçağı olarak çıkar karşımıza. Daha fazla tehdit yaratmamak adına Hubermann'ların evinden ayrılan ve böylece yakalanıp toplama kampına gönderilen Max, anlatının bu noktasından sonra büsbütün bir sessizliğe dönüşür. Anlatının bir noktasında tekrar karşımıza çıkacak olsa da onun sesini bir daha hiç duyamaz. Onun toplama kampında neler yaşadığını hiç görmeyiz. Kampın deneyimini aktarabilecek bir sesi de artık kalmamıştır. Onun deneyimini kelimenin bütünlüğünce aktarabilmek artık imkânsızdır.  


Bu sessizlik kitaptaki bir sahneye benzer. Kamplar arasındaki aktarımlarda, kamp kurbanları arabalardan indirilerek kasaba boyunca yürütülür. Onları izleyen kasaba halkının ortasından geçerken tamamen çaresiz ve yıkıcı bir sessizlik içindedirler. Kasabanın tam ortasından geçip giden, anlatılamaz, açıklanamaz, konuşulamaz bir karanlığın ve imkânsızlığın ete kemiğe bürünmüş bir hali gibidir bu yürüyüş. Tam da merkezindeki bir felakete dair “tanıksız” ve sessizdir. Felaket, romanın tam ortasında, bir kara deliğe benzer. Anlatı onun sürekli olarak etrafında dolaşır, ancak hiçbir zaman onun hakkında direkt olarak konuşamaz. Felaket, anlatının merkezinde, sessiz ve imkânsızdır. 


Nichanian, tanıklığın imkânsızlığından söz ediyordu. Öyleyse, “tanık” tanımımız ne olursa olsun dilsel sınırları aşan, kendisini yaratan eylemlerin art arda dizilmesinin çok ötesinde duran, derlenip toparlanamaz olan felaketin anlatıcısı olarak kimi belirleyeceğiz? Belki de tıpkı felaketin kendisi gibi imkânsız bir anlatıcıyı. Mesela, Kitap Hırsızı’nın anlatıcısı gibi, ölümün ta kendisini. Kitap Hırzısı, anlatıcısı olan ölümün kendisini kısaca tanıttığı bir bölümle açılır:


Kendimi düzgün şekilde tanıtabilirim ama aslında buna gerek yok. Beni çok çeşitli değişkenlere bağlı olarak yakında ve    çok iyi tanıyacaksınız zaten. Zamanın bir yerinde olabildiğince samimi bir şekilde yanınızda duracağımı söylemem yeterli. Ruhunuz kollarımda olacak. Omzuma bir renk konacak. Sizi nazikçe uzaklara götüreceğim.O anda öylece yatıyor olacaksınız. İnsanları nadiren ayakta bulurum. Kendi bedeninizde sıkışmış olacaksınız. Bir keşif olabilir; bir çığlık havaya yayılacak. Bundan sonra duyacağım tek ses kendi nefesimin, kokumun ve adımlarımın sesi olacak. (Zusak, s.3)


Ölümün kendisini tanıtmasından ziyade bu, ölüm deneyiminin bilgisinin imkânsızlığına dair bir paragraftır. Anlatıcı olan ölüm daha başlangıçta, hayatta olan, hayatta kalan, kanlı canlı okuyucular olarak bizlerin onu tanıyamayacağını belirtir. Tanışma ancak karşılaşma ile mümkündür. Onu tanımak ve bilebilmek için sıramızı beklememiz gerekecektir. Dolayısıyla paragraf anlatıcının bizzat kendi varlığına içkin bir imkânsızlık ile başlar. Onu tanıtmaya dair olan kelimeler okuyucuya ancak onu tanımaya dair olan imkânsızlığı iletir. Ölümle karşılaşma anı burada bir “keşif” olarak tanımlanır. Hem bilinemez hem de anlatılamaz bir andır bu. Kişi, ölümü deneyimledikten sonra sıkışmış olduğu bedeninden havaya bir “çığlık” ile yayılır. Başka bir deyişle, ölüm deneyiminin sesi ince, keskin, dağınık, biçimsiz ve manası yine sadece kendinde saklı, kelimeleri aşan bir sesle, yani çığlıkla tanımlanır. Daha sonrasında gelen ise yalnızca ölümün işitebileceği, kelimelerin tamamen yitirildiği seslerdir. Ölümün nefesinin, kokusunun ve adımlarının sesi; bir başka deyişle hayatta kalanlar için ölümün mutlak sessizliğidir bu. 


Sessizlik ve imkânsızlık. Nichanian, bir alıntısında, dünya tarihinin en yıkıcı felaketlerinden biri olan Holokost’a dair üretilen sinemada veya edebiyatta asıl meydan okumanın “tanığın ölümündeki sessizlik” olduğunu aktarır. Burada “en büyük hedef Holokost'a yeniden hayat vererek ve ta­nığı-olmayan-olayı yeniden yazarak onu tanıklığa ve Tarih'e dönüştürmektir.” (Nichanian, s.118) Kitap Hırsızı’ında bu tanıklık en az felaketin kendisi kadar sessiz ve imkânsız bir anlatıcı ile, yani ölümün kendisiyle kurulur. Ölüm felâketin tek, biricik ve lanetli tanığıdır. Felaketin kurbanları da onun yarattığı kapkaranlık hâle içinde tıpkı onun gibi mümkün kelimelerden uzak, sessiz ve imkânsızdır. 


Nichanian, felaketin ancak edebiyatın sınırı deneyimleyen kelimeleriyle anlatabileceğini söylüyordu. Öyleyse bu noktada, yukarıda bahsedilen bir sahneye, Max ile Liesel’in uzun zaman sonra tekrar karşılaştıkları sahneye geri dönelim.  Max, kasabanın içinden diğer felaketzedeler ile sessiz ve çaresizce yürürken Liesel yürüyüşün ortasına dalar ve Max’e seslenir. Aralarında, anlatıcının da belirttiği gibi, kelimelerin ağızlarından “sızar” gibi çıktığı, zayıf, kesik bir konuşma geçer. Gerçekleşen değil de, gerçekleşemeyen, Max Hubermann'lerin bodrumunda kalırken Liesel ile aralarında gittikçe güçlenen bağa dokunamayan bir diyalogtur bu. Askerler Liesel’i yürüyüşün dışına ittikten sonra Liesel tekrar ve inatla yürüyüşün içine dalar. Ancak bu sefer farklı ve çok daha güçlü bir his taşımaktadır; çünkü bu sefer aklında Max’in kendi yazdığı ve evi terk ederken Liesel'e bıraktığı kitap, “Kelime Silkeleyici” (The Word Shaker) vardır. Felaketi deneyimleyen bir çağda, bir veda olarak konuşma eyleminin kendisi değil, fakat felaketin maruzu olmak üzere olan Max'in yazarı olduğu bir edebiyat metni çıkar karşımıza. Kişinin parçalanmış bütünlüğünü inkâra başvurmadan gösterebilmenin yegâne yolu budur çünkü.


Liesel Max’i tekrar bulup, ona “The Word Shaker”dan bir cümleyi hatırlatır: “Bir zamanlar ufak tefek bir adam vardı. Ama bir kelime silkeleyeci de vardı.” Liesel’in kelimeleri, anlatıcının belirttiği gibi, Max’e bu kez ulaşmayı başarır ve ona kitabı ve kitabın manasını hatırlatır. Kasabanın ortasından akıp giden “öteki”lerden biri olan Max ile iktidar unsura ait (ya da öyle kabul edilen) Liesel arasında kesintiye uğratılan, tahrip edilen bağ dirilir ve gözle görülen, etrafındakileri de etkileyen bir yoğunluk kazanır. Kelimeler, felaketi çağıran ve onu gerekçelendiren yapay ayrımı aralarından kaldırır. Bu bölümün isminin “Kelimelerin Yolu” olması tesadüf değildir bu sebeple. Kelimeler, felaketin ortasındaki yepyeni bir patikadır ve onlara sahip olanları dikte edilenin manalarından sıyrılmış, bambaşka bir dünyaya taşır. 


Bir felaket anlatısı içinde, protagonistin bir “kelime silkeleyici” olarak tanımlanması, Nichanian’ın felaketi yerleştirdiği “imkânsızlık” içinde düşünüldüğünde oldukça manalıdır. Felaketi doğrudan konuşabilecek kelimeler mümkün değilse bile, onun imkânsızlığını ve sessizliğini deneyimleyen, felaketin var olduğu sınırda konumlanan kelimeler, böyle bir dilsel edim, yani edebiyat, hafızamızı ve yıkılan, harap edilen insani bağlarımızı diriltmeye ve muhafaza etmeye devam edecektir.


Kaynakça:


Nichanian, Marc. Edebiyat ve Felaket. Istanbul: Iletisim, 2011.

Zusak, Markus. The Book Thief. New York: Alfred A. Knopf, 2007.







 

No comments:

Post a Comment